English below…
Elİnİn Altında Hep Beyaz Bir Kağıt : İlhan Berk’e Yanıtlar
Always a Whıte Paper under hıs hand: Responses to Ilhan Berk’s Poetry
Doğu Çankaya ve Evren Erol ile beraber yarattıkları sergide İpek’in işleri, İlhan Berk’in dizelerine cevaben yazdığı metinlerden ve o metinler içinden alıntıladığı parçaları farklı neslelerle harmanlayarak oluşturduğu mekan içi yerleştirmelerden oluştu. Sergi 18 - 28 Ağustos 2023 tarihleri arasında Bodrum’da Gümüşlük Akademisi’nde gerçekleşti. Zeynep Can fotoğrafladı.
In the exhibition created together with Doğu Çankaya and Evren Erol, İpek’s work consists of original texts in responses to renowned poet Ilhan Berk’s lines, accompanied by installations in the exhibition space featuring parts from these original texts and other visual elements. The exhibition took place between 18 - 28 August 2023 in Gümüşlük Academy, Bodrum Turkey and photographed by Zeynep Can.
Seeds of Art
Seeds of Art, ismi ve proje içeriği İpek Çankaya tarafından 2023'te geliştirilmiş, çok-yıllı bir açık hava sanat etkinliğidir.
Başlığının ilhamını doğadan alan projenin mekânı, Bodrum Çamarası’nda bulunan bir çiftliktir. Proje, çiftlik arazisine yerleştirilen sanat yapıtlarını doğaya atılmış sanat tohumları olarak kabul eder.
Projenin amacı, arazi içinde bulunan çam ormanına doğada sergilenmek üzere gerçekleştirilen üretimlerin uzun soluklu biçimde izleyicilerle buluşmasını sağlamak, anıtsal heykel kalıplarının dışında işlere, yerleştirmelere alan açmak, doğadan ilham alan ve doğaya dost sanatsal pratikler geliştirmektir.
Seeds of Art etkinlik dizisi yılda bir kere gerçekleşir. Etkinlik kutlaması tek gün olsa da üretilen eserler doğa şartları ve işletme sahipleri izin verdiği sürece arazide kalır. Eser üretim süreçleri haftalar öncesinde başlar gerek atölyelerde gerek arazide çalışılarak tamamlanır.
Seeds of Art, her yıl belirlenecek yeni bir başlık altında çalışmak üzere görsel sanatçıları davet etmek üzere tasarlanmıştır.
Projenin küratoryal perspektifi sanatı yaşamın ve üretimin doğal bir parçası olarak kabul eder. Buna göre, doğayla uyumlu malzeme ve teknikler kullanan üretimler desteklenir.
Conceptualized and Co-Curated by İpek Çankaya
Seeds of Art is a multi-year outdoor art event developed and conceptualised by İpek Çankaya in 2023. The project that takes inspiration from nature has as venue a farm located in Bodrum Çamarası. The project considers the artworks to be placed on the farm land as seeds of art planted in nature. The aim of the project is to ensure that the artworks made to be exhibited in the pine forest meet with the audience in the long-term, to open space for contemporary authentic works and installations outside of the monumental sculpture making perspective, and to develop nature-friendly artistic practices. The Seeds of Art event series takes place once a year. Even though the event celebration is for a single day, the works remain on the land as long as the natural conditions and business owners allow. Artwork production processes begin weeks in advance and are completed by working both in artist studios and in the field. Seeds of Art invites visual artists to work under a new title to be determined each year. The curatorial perspective of the project accepts art as a natural part of life and production. Accordingly, productions using materials and techniques compatible with nature are supported.
Seeds of art 2023: Dünyaya Orman Denir
Kavramsal Çerçeve ve Eş-Küratör: İpek Çankaya
“Dünyaya Orman Denir”, küresel yaşam krizlerine ve sistematik sorunlara karşı oluşan bilinç ve dayanışmaya sanat yoluyla katkı sunmak amacıyla öz kaynaklarını uyumla kullanarak kendisini gerçekleştiren bir canlı, kendine yeterli bir sistem ve tüm canlılar için besleyici, koruyucu ve kapsayıcı örnek bir model olan ormanı, sanatsal ifadelerle ilişkilendirmenin yollarını araştırıyor.
Sergi başlığı, doğayı bir metafor olarak kullanan Ursula K. Le Guin’in aynı adlı romanından ilham alıyor. Teknolojik açıdan gelişen insan ırkının dünyayı bir beton yığınına dönüştürdükten, hayvan ve bitki türlerini yok ettikten sonra kolonileştirdiği başka bir gezegende yaşanan bir direniş öyküsünü anlatan romanla günümüz arasında paralellik kuran “Dünyaya Orman Denir” sergisi günümüzde, dünyanın insan eliyle bozulmasının son derece hızlanmış olduğu gerçeğini yadsınamaz bir olgu olarak araştırmasının merkezine koyuyor.
Lale Altunel, Bağdagül Demirtürk, Tao Ulusoy ve Doğu Çankaya’nın eserlerinden oluşan sergi, çevre felaketleri, su, enerji, küresel iklim ve gıda krizleri, kentsel adalet meseleleri, nesli tükenen canlılar gibi derin sorunlarla kendisini belli eden bozulma karşısında doğaya yanıt veren eserleri bir araya getiriyor.
Sergi, bir açık hava sanat pratiği olarak, geleneksel galeri mekanına ve müze pratiğine dayalı sergi yapma biçimlerini sorgulayan alternatif arayışı temsil ediyor. Arazi sanatını, performatif eylemlere, zamanın ve doğa şartlarının eser üzerinde oluşturacağı etkilere de açan “Dünyaya Orman Denir” bir yandan da yerleşik açık hava heykel kalıplarını sorgulayan ve yeniden değerlendiren tartışmalara bir pencere açıyor.
The exhibition "The Word for World is Forest" explores ways to bond the artistic expressions with the forest which is a self-actualizing living creature, a self-sufficient system and a nurturing, protective and inclusive model for all living things by using its own resources harmoniously. The exhibition's aim is to artistically contribute to the awareness and solidarity against global life crises and systematic problems in its modest way.
The title of the exhibition is inspired by the novel of the same name by Ursula K. Le Guin, who uses Nature as a metaphor. It draws parallels between the world's current situation and the novel which tells the story of a resistance that took place on another planet colonized by the techonologically developped human race after transforming the world into a concrete heap, destroying animal and plant species. The exhibition puts at the centre the accelaration of the degradation of the world by human beings today as an undeniable fact.
The exhibition brings together works of Lale Altunel, Bağdagül Demirtürk, Tao Ulusoy and Doğu Çankaya that respond to Nature in the face of deterioration manifested by deep problems such as environmental disasters, water, energy, global climate and food crises, urban justice issues, and endangered creatures.
As an open-air art practice, the exhibition represents an alternative exploration that questions the traditional gallery space and museum practice-based forms of exhibition. Embracing the forms of land art, performative actions, and the effects of time and natural conditions on the artworks, “The Word for World is Forest” also opens a window to discussions that question and re-evaluate established outdoor sculpture patterns.
İpek Çankaya
TAŞ KAĞIT DÜŞ
Kamusal Alan için yerleştirme / Public Art installation, Bodrum 2022
34. The Bodrum Cup kapsamında, Ekim 2022’de Bodrum Art Melek grubunun organize ettiği Art Route üzerinde, Bodrum Belediye Meydanı civarında gerçekleştirilmiştir.
Kamusal alan için tasarlanmış olan yapıt üç bölümden oluşmaktadır. Ana ögesini sanatçının Bodrum merkezdeki ev/atölyesinin bahçesinde bulunan begonvil ağacının budanmış dallarından biriktirdiği parçalar oluşturur. Bu gövde bir "düş" ağacını temsil eder. Ağaç ve temsil ettiği "düş" sanatçının üretim partneri Doğu Çankaya'nın iplerle ördüğü koza ile koruma altına alınmıştır. Yapıtın ikinci öğesi, Çankaya'nın aynı adlı şiirinin taşa yazılmış bir dizesidir.
Eserin yanında bulunan not izleyiciyi hem www.arthalicarnassus.com/ipek-work adresinden şiirin tamamını okumaya hem de "mutlu bir an ya da anı" fotoğrafı çekip sosyal medyada #taskagitdus etiketiyle paylaşmaya davet eder. Böylece sanatçı izleyiciyle bir iletişim ve paylaşım kapısı aralamayı hedefler.
Realized in October 2022, on the Art Route organized by Bodrum Art Melek within the scope of 34th The Bodrum Cup, the work is located near the Bosrum Municipality Square.
The work, which is designed for public space, consists of three parts. Its main element is the tree made of the stored pruned bougainvillea branches that the artist got in the garden of her house/workshop in the centre of Bodrum. This piece is the tree embodying a "dream". The tree and the "dream" are protected by a cocoon of threads wrapped by Doğu Çankaya, her production partner. The second element of the work is a line of Çankaya's poem of the same name written in stone in Turkish and English. The sentence reads "[And you my friend] send me a picture of the rock, the paper or the dream."
The caption next to the piece invites the viewer both to read the entire poem on www.arthalicarnassus.com/ipek-work and to take a "happy moment or memory" photo and share it with the #taskagitdus hashtag on social media. Thus, the artist aims to open a door for communication and sharing with the audience.
Başka Kitaptan
Contemporary Istanbul 2021, Metin Sanatı / Text Art, halka sanat projesi
"Başka Kitaptan, 2020 yılı sonlarında yazdığım, bir şiir-manifestodan görselleştirilmiş bir iş. Amacım, biraz güçlü bir metni görsel olarak yumuşatıp sıcaklaştırmak, edebi ifadeyle görsel ifade arasında kontrast yaratmak ancak metnin ruhunu çok da geri plana atmadan sunmaktı. Bunun için Doğu'yla kafa kafaya verip bir tasarım/uygulama çıkarttık. İş, aralarında algısal nüanslar içeren iki versiyon halinde Bodrum'daki atölyemiz Art Halicarnassus'ta üretildi. Contemporary Istanbul sanat fuarında halka sanat projesi ile sergilendi."- İpek
"Başka Kitaptan (From Another Book), is a visualized work from a poem-manifesto I wrote at the end of 2020. My aim was to visually soften and warm a somewhat strong text, to create a contrast between literary expression and visual expression, but to present the spirit of the text without putting it too far behind. For that reason, Doğu and I put our heads together and came up with a design/application. The work was produced in two versions with perceptual nuances in our atelier Art Halicarnassus in Bodrum. It was exhibited in the halka sanat projesi booth Contemporary Istanbul Art Fair."- İpek
Bu işi sergilediğim Rüzgarda Akan Atlar ya da Yuvadan Uçmak sergisi benim için kişisel bir anlam taşıyor çünkü dokuz yıldır içinde ürettiğim, düşündüğüm, paylaştığım, yaşamımın merkezinde bulunan mekanlardan biri olan bir yapıya veda sergisi. Hem temayı küratöryal ekibe önerirken hem de sergileyeceğim işin temelini oluşturan şiiri yazarken hep bu kişisel yakınlıkla sınandığımı hissettim. Duyguyla sağduyuyu ayrıştırmak ve aktarmak istediğim gerçek tonu tutturmak benim için çok önemliydi.
Görselleştirdiğim şiir güçlü duygular barındırdığı için sunum biçimini belirlerken bu duygusallıkla arama olabildiğince mesafe koymak istedim. Biçimle içerik birbirini dengelemeliydi. Kullanacağım malzemelerin, duygunun kadınlıkla eşleştirilmesinin çok yaygın olduğu bu coğrafyada, işi ve özellikle metnin kendisini gölgede bırakabilecek çağrışımlara alan açmamasına özen gösterdim. Strüktürel olarak düz ve keskin hatları olan, herhangi bir süsleme ya da bezemeyle ön plana çıkmayacak, basit ve sergi bitiminde çerçeveler içinde saklanması gerekmeyecek bir sunum biçimi tasarladım. Bunun için metni parçalara bölüp sözcükleri ve seçtiğim farklı tipografileri ön plana çıkaran büyüklü küçüklü kutular hazırladım; parçalanmış metni asetatlara bastırdım; kutu çerçeveleri strafordan yapıp mükemmel görünüşün peşinde koşmayan ve malzemeyi belli edecek biçimde temel renklerde sprey boyalarla boyadım. Her bir kutunun arkasına kısıtlı ömrü olan küçük mumlar koydum. Bu seçimleri yapmamın diğer nedeni de bu çabukluk, gündeliklik ve geçicilik yani efemeral nitelikti. Ancak sanılmasın ki yapımı ve bakımı el tutmadı. Tam tersine, bir çerçeveciye verilecek bir sipariş yerine bir çekirdek ekip desteğiyle günlerce, saatlerde kestim, yonttum, boyadım. Mumları sergi süresince galeri ekibiyle beraber açıp kapadım, yeniledim. Bunun yanında, gün ışığı çekilince bu mumların yerleştirmeye kattığı atmosfer beklentimi aştı; bana deneyimlemenin, araştırmanın ve rastlantılara biraz şans vermenin ne kadar değerli ve kimi kez ne güzel sürprizli olduğunu bir kez daha hatırlattı.
Geçen dokuz yıl içinde halka sanat projesi’ni gerçekleştirirken bana yakın-uzak, elimin değdiği ya da sadece yolumun kesiştiği birçok çalışma arkadaşım oldu. Bu mekan en uzun soluklu arkadaşımdı. Şimdi onu bırakıyorum, halka sanat projesi ile ben el ele verip yeni ihtimallere, mekanlara, üretimlere doğru yol alıyoruz. Bu mekandan bağımsızlaşıyoruz. Ruşenağa Numara Sekiz’i bu ayrılığın orta vadede gelmekte olduğunu iliklerimde hissettiğim bir anda yazdım. Oturdum kalemi elime aldım ve sözcükler defterde aktı. Sonunda hıçkırarak ağladığımı ve lanet olsun burada, “bizim” dediğimiz bu yerde de yaşatmayacaklar bizi dediğimi unutmayacağım. “Onlar” çok kalabalıktı; üç beş kişi değil, kişisel çıkar meselesi değil, kocaman bir eko-sistemdi. Aklımdan geçen genele ve onun kurallarına alternatif bir kültür noktasını temsil ettiğimiz ve işlememesi için kurulan bir yapıda onu işler hale getirdiğimizdi.
Ama bu güncel akışı sistemin normalleştireceği bir yok oluş olarak değil, bir arınma, kabuğundan soyulma, hafifleyerek yenilikleri kucaklama olarak duyumsamaya karar verdim. Başta bir eğitmen olarak benim bu eko-sistem içindeki rolüm yıllardır öğrettiğim, savunduğum ve uygulamaya çalışarak örneğini oluşturduğum her şeydi. “Gerisi yok hükmündedir” diyebilmek bana sunulan en büyük özgürlüktü. Hakkını vermeye çalışıyorum. Ruşenağa Numara Sekiz benim için bu eski dosta saygılarımı sunduğum bir veda cümlesidir.
İpek Çankaya 02.02.2020, Bodrum (Güncelleme: 04.04.2020)
Ruşenağa Numara Sekiz / Ruşenağa Number Eight
İpek Çankaya, 2020, Metin Yerleştirme / Text Installation
Rüzgarda Akan Atlar ya da Yuvadan Uçmak / Horses Fluent in the Wind or Flying from the Nest
halka sanat projesi, 22.02 - 23.03. 2020, Küratörler / Curators: Bahar Güneş, Öykü Demirci
Proje Teknik Destek / Project Technical Support: Erhan Balkaya, Mehmetcan Çökük, Sevda Bad, Doğu Çankaya
Bulanık
Contemporary Istanbul 2019, Metin Sanatı / Text Art, halka sanat projesi
SPORAD ( Halikasnas Balıkçısına Saygı / Homage to the Fisherman of the Halicarnassus)
The exhibition Horses Fluent in the Wind or Flying from Home in which I have shown this work carries a personal meaning for me in the sense that this is a farewell exhibition to a space in which, for the past nine years, I have created, produced and shared art, a space which has been in the centre in my life.
Since the poem I visualised contains strong emotions I aimed to keep a certain distance with them during the execution of the work. The content and the structure should balance each other. I have carefully selected the materials I was about to use in such a way that they would not shadow the essence of the work and especially the text itself. My main motivation in doing so was the fact that in this geography emotions mostly considered to overlap with femininity, and I wanted to avoid any misperception of creating a feminine body of work.
Therefore, in terms of structure, I made Styrofoam frames with straight and sharp contours which would not require to be kept at the end of the exhibition. I have not used any ornamentation or decoration; I have divided the poem into parts and printed in acetate in a way that brings the words and the various typographies I have chosen forward. I have spray painted the styrofoam frames in basic plain colours without being preoccupied with the perfect outlook, and enabled them to give hints about the base material. I have also placed tiny candles with limited battery life spans at the back of each frame, against the wall.
The other reason I have made these choices was this quickness, everydayness and temporariness which define the ephemeral character of the presentation. But do not be mistaken by thinking that the execution and maintenance did not require any hand labour and perseverance. On the contrary, it took me days and hours to cut, carve and spray paint with the help of a bone crew. Thanks to the support of the gallery team I have turned the candles on and off and replaced them if necessary, during the exhibition period. On the other hand, when the daylight fades away the atmosphere that the candles created exceed my expectations. It has reminded me once again how valuable and full of surprises is to experiment, to search and to give a chance to coincidences during any process.
‘Mavi Sürgün’ adlı otobiyografik kitabında açıkladığı üzere tohum anlamına gelen “Sporad” Halikarnas Balıkçısı ismiyle bilinen Cevat Şakir Kabaağaçlı’ya ithaf edilmiş yerleştirme projesinin üst başlığıdır.
Çalışma, Bodrum’u, Anadolu ve Akdeniz coğrafyasını, insanını, tarihini, kültürünü can-ı gönülden sevmiş, kendisi de o coğrafyanın uzantısı olarak yaşamış ve hem edebiyat dünyamızda iz bırakmış, hem de bu diyarın yaşam kültürünü ve ekolojik çevresini birden çok biçimde şekillendirmiş bir aydına saygı niteliğindedir.
Projenin çıkış noktası, 8 Eylül - 6 Ekim 2019 tarihleri arasında halka sanat projesi’nde gerçekleşen ‘Mekân Ruhuna Yolculuk’ sergi metninde yer alan “Mekân ruhu, insana öyle bir işler ki, yapıtlar ve onu üreten insanlar, içinde bulundukları (üretildikleri) mekânın imzasını taşırlar” cümlesidir.
Bir araştırma ve keşif projesi olarak başladığım çalışma, bu sergi aracılığıyla görsel bir pratiğe evrildi. Halikarnas Balıkçısı’ndan hareketle gidilebilecek –ve bundan sonra izlemeyi umduğum – uzun bir yol var. O yüzden yerleştirmenin adını ‘Sporad’ koydum.
SPORAD şu unsurlardan oluşuyor:
1. Halikarnas Balıkçısı için farklı kaynaklardan topladığım bilgilerle oluşturduğum biyografisi. Bu biyografide yer alan isimlerin, mekânların, eylemlerin, ifadelerin ve edebi eser başlıklarının bir yaşam öyküsünü özetlemenin ötesinde, okuyucuyu bir karakter ve bir dünya duruşunu aydınlattığını düşünüyorum.
2. Balıkçı’nın Bodrum’a getirdiği ve diktiği düzinelerce bitkiyi temsilen, onda bir anısı olan bir ağaç, Sinameki (Kassiya) fidanı
3. Ses yerleştirmesi
4. Balıkçı’nın mezarının da içinde bulunduğu müze bahçesinden bir avuç toprak
5. Bir balık ağı ve üzerine iliştirilmiş olarak ‘Mavi Sürgün’ adlı yapıtından alıntılar
6. Duvarda, Balıkçı’nın bir cümlesi
7. Duvarda çerçevelenmiş olan Balıkçı’nın Türkçe ve İngilizce biyografisinin altına yerleştirilmiş olarak romanı Aganta Burina Burinata'nın 500 adet özel İngilizcesi baskısından 418 numaralı kitap
Proje burada bir yerleştirmeyle bitmiyor. Sergi bitiminde her şeyi toplayıp herkes eski yaşamına dönsün istemiyorum. Öncelikle, yerleştirmede kullandığım bazı unsurlar Balıkçı’ya geri dönecek. Kassiya fidanını yukarıda sözünü ettiğim müzenin bahçesine dikeceğim. Bu eylemin, Balıkçı’nın üzerinde çalıştığı konuları da kapsayacak şekilde, kültürel alanda çalışan ve araştırma yapanları bir araya getirecek bir hareketin ilk adımı olmasına niyet ve gayret edeceğim.
İpek Çankaya, Temmuz 2019, Bodrum
SPORAD– Halikarnas Balıkçısına Saygı / Homage to the Fisherman of Halicarnasus
Sporad which means seed, as explained in the autobiographical book ‘Mavi Sürgün’ (The Blue Exile) by Cevat Şakir Kabaağaçlı who is known by the pen-name of the Fisherman of Halicarnassus, is the main title of the installation project dedicated to him.
The work is an homage to a man of culture who was deeply engaged with Bodrum, an Aegean town in the west coast of Turkey; and also with the Anatolian and Mediterranean geography, people, history and culture; who himself lived as their integral part; and left a distinct trace in the literature, as well as in the living culture and ecology of this landscape.
My starting point was a sentence from the conceptual framework of the exhibition ‘Journey to the Spirit of Place’ which takes place at halka sanat projesi between September 8 - October 6, 2019 and which says: “Spirit of place sinks so deep into a person that subsequent works, and the people producing them, carry the signature of the landscape in which they are produced.”
Initiated as a research and exploration project, it turned into a visual practice via this exhibition. There is a long way to go staring from the Fisherman of Halicarnassus – which I am now willing to follow. That is why the installation is entitled ‘Sporad’.
SPORAD is composed of these elements:
1. Biography of the Fisherman of Halicarnassus that I gathered from various sources. I think that the names, places, actions, expressions and literary work titles go beyond being the headlines of a life story; but enlighten the reader about a character and an attitude towards the world.
2. Cassia sapling which has a deep memory in the Fisherman, as a representative of dozens of plants that he brought to and planted in Bodrum
3. A sound installation
4. A handful of earth from the garden where his grave and a small museum are situated
5. A fishnet and attached quotations from his book ‘The Blue Exile’
6. A sentence from the Fisherman on the wall
7. Book numbered 418 of 500 special English edition of the Fisherman's novel Aganta Burina Burinata, framed and placed on the wall under his biography in Turkish and English.
The project does not come to an end in here. I do not wish that everyone goes back to their routine after the exhibition is uninstalled. To begin with, some of the elements I use in the installation will be going back to the Fisherman. I will plant the Cassia sapling to the museum garden which I have above mentioned. I intend to take this step as an initiatory gesture of a movement that gathers together people from the cultural field, including those who work and research subjects that the Fisherman of Halicarnasus also worked on.
İpek Çankaya, July 2019, Bodrum
SPORAD (Halikarnas Balıkçısına Saygı)
İpek Çankaya, 2019, Yerleştirme
Mekan Ruhuna Yolculuk, halka sanat projesi, İstanbul
Küratörler: Bahar Güneş, Öykü Demirci
Proje Asistanı: Mehmetcan Çökük
Fotoğraflar: Sevda Bad
DÜŞÜNCE AKIŞINDAN NOTLAR
Giriş: Teknolojinin hızı, hayatın hızı
Dia makinesi yirminci yüzyılın son çeyreğini yaşamış olanlar için önemli bir buluştu. Herşeyin saniyeler içinde sonsuz denecek kadar hızlandığı, çeşitlendiği günümüze benzemeyen daha durağan zamanlarda, fotoğraf makinesiyle kaydedilen anları kişiye ait özel bir alanın samimiyetinde izlemek için yaratılmış çağın teknolojisiydi. Opto-mekanik bir teknoloji ürünüdür ama içinde dolaylı yoldan duygu barındırır. Unutmamayı, özlemi, korumayı, bir anı yeniden yaşarmış gibi hissetmeyi, yeri geldiğinde kaybettiği kim, ne, neresi varsa tekrar bulmayı, buluşmayı ve o an yanındakilerle paylaşmayı bir anlığına mümkün kılar. Bu haliyle sihirli bir zaman makinesi gibidir. Anlamları büyütmenin bin bir yolunu bulan insan icadı birçok araçtan biridir. Sanki teknolojinin giderek soğuyan dokusunun henüz ete kemiğe işlemediği bir zaman yolcusudur.
Bu makinede aletin işleyiş sistemi ve hızı kendi çağının hızına uyduğu kadar duyguların hızına da, derinliğine de uyar. Temelde baş aşağı olarak bir kızağa yerleştirilen ve analog bir makineyle çekilen fotoğrafların pozitif şeffaf baskıları makinenin ışık kaynağı ve mercek aracılığıyla karşıda bir duvara ya da perdeye yansıtılır. Kumanda yardımıyla kızak ileri geri hareket eder. Kullanıcı kendi hızını kendisi belirler. Yani kendi zamanında ilerler. Kullanıcı olmak izleyici olmaktan fazlasıdır. Katılımcı olmayı, sürecin aktif parçası olmayı getirir. Giderek daha az insan katkısının olduğu her şeyin aksine insanla makine arasında da, gösterimi yapanla izleyenler arasında da daha demokratik ve kolektif bir ilişki önerir. İki dia arasında durup sohbete, bir anı perdede dondurup düşünmeye, hayal etmeye, zihnin derinliklerinde süzülmeye yeterli zamanı tanır. Zamanı kullanıcısı belirler. Duygunun hızı, düşüncelerin akışı ve kullanıcının ruh hali deneyimin hızını belirler. İcadında olduğu kadar bugün de karmaşanın, zorluğun, yokluğun ve kötülüğün kol gezdiği dünyanın köşelerinde olumluyu, mutluluk vereni ve umudu yaşatmak için güzel bir oyuncaktır.
Bir şiiri parçalayıp bir makinenin içine koymak
Bir metni parçalayıp bir makinenin içine koymak bir karardır. Yazan için zor karardır. Yazarken okuyucunun her cümleyle, her fikirle ilişki kurması, bir duygu yakalaması ve kendinde o duygunun bir karşılığını bulması umulur. O yüzden kelimeler önemlidir. Kelimeler çok kullanılır, çok yıpranır, ondandır ki çok düşünülerek seçilir.
Şiiri parçalamaktan kasıt bölümlere ayırıp akışı kesintiye uğratacak biçimde imgelerle bölmektir. Metni parçalarken anlamı ve onu yaratan duyguyu ikinci plana düşürme korkusu ise çetrefilli bir yoldur. Bu eylem, şüphesiz ifadenin çeşitlenmesi amacını taşıyor. Bununla beraber metnin anlamını –yani yazarken niyetlenilen anlamı- dağıtma, azaltma, kaybetme riski taşıyan bir yanı var. Ama bir fikri ya da bir metni doğuran duyguyu yeni ihtimallerle buluşturma ve yeni bir anlatı oluşturma yolu olarak da ümit vadetmiyor değil. O kadar ki eğer yazar bu ümidi beslemek isterse metin kendi içinden yeni bir hikâyenin kırıntılarını çıkarır. Bu kez görsel bir hikâye…
Bir başkasının seçimleriyle ilerlemek
İmgeler minyatür resminde yazılı metni görselleştirmek için kullanılır. O yüzden kitapla, yazıyla olan bağı kuvvetli ancak tanımlayıcı ve tamamlayıcı niteliktedir. Günümüzde genellikle imge yazıdan daha önce fark ediliyor. Görsel kültürün baskın olduğu bu çağda okumak ve yazmak daha fazla emek isteyen eylemler. Oysa göz imgeyi hızlıca yakalıyor, daha çabuk tüketiyor. Bu elbette imgenin sığlığını göstermez, önemli olan bakan gözün eğitimidir. Bakılanı anlamak, yorumlamak saniyelik bir iş olmamakla beraber, imgenin yüzeyel tüketime açık olduğunu da kabul etmek gerekir.
Öte yandan metin zaman ister; durdurmak, düşündürmek, hayal ettirmek ister. Göstermediklerini tanımlar ama tanımladıklarının her okuyanın zihninde farklı canlandıracağı boşluklar yaratır. O yüzden çoğu kez filme çekilen bir romandaki mekânlar ya da kişiler hayal kırıklığı yaratır çünkü her okuyucunun kafasında orijinal metni okurken farklı çağrışımlar oluşmuştur, kendilerine gösterilenle tatmin olmazlar. İhtimaller sınırsızdır.
Hal böyle iken, metin odaklı bir işte imge ve araç kullanmak bir yanıyla metinsel işi bir adım ileri götürür ancak diğer yanıyla izleyiciye bir kısıtlama getirir. Kendileri için seçilmiş bir dizi imgeyle baş başa kalırlar. Kumandayla ele aldıkları gücü, kendileri için seçili imgeler ve belirlenmiş görsel sıralama ile yitirirler. Burada, seçilen görsellerin yazarın elinden çıkmamış olması ise metin, imge, yazan, fotoğraflayan ve izleyen arasında yeni bir buluşma için bir tohum atar.
Son söz
“Bir akıl defteri yapsak neyi aklımızda tutacağımızı unutmasak” özgün bir şiir metnini bir dia makinesinin içinde buluntu görsellerle birlikte kullanır. Kaç kişinin makinesindan, hangi teknik ya da estetik bilgi ile çıktığı ve hepsinden önce niyeti ve kullanım yeri bugün artık bilinmeyen buluntu imgelerdir bunlar.
Bu fotoğraf seçkisi mükemmelliğin peşinde koşmaz, bir estetik anlayışı yüceltmeye çalışmaz ama bugün için kıymetli bir şey yapmaya çalışır: İzleyiciyi tesadüflere, yeni buluşmalara açar. O yüzden imgeler parlatılmamış; diaların lekeli ya da dia kutusu içindeki yerleşimin bazen eğri oluşu düzeltilmemiştir. Dizelerin göze yansıması farklı uzunluk ve büyüklüktedir. İnsan eline, kusura, şansa açık kapı bırakır. İmgeler ve kelimeler başka başka hikâyeleri anlattıkları bir ortamdan çıkıp yeniden bir araya getirilerek daha önce anlatılmamış bir hikâyenin parçası olurlar.
Bir zamanlar bir yerde isimsiz birilerinin deklanşöre basan elleri, çok yıllar sonra yeni bir anlatının içinde, özgün bir metinle ve eski bir araçla buluşup, herhangi bir tasvir amacı taşımadan ne geçmişe, ne yarına, ne o manzaralara, ne o insanlara ait olmayan bir zihin defterine dâhil olurlar. Bu defter ne tek başına şiirden, ne imgelerden ne de araçtan ibaret değildir. Hepsinin bir aradalığıyla yoğrulmuş, elinde kumandayı tutan izleyicinin nefesi ve ritmiyle hayat bularak zamansız bir anlatıya dönüşen ve yeni önermeleri besleyen bir akıl defteridir artık.
Fotoğraflar / Photo Credit: Bahar Güneş - Sevda Bad - İpek Çankaya
Kayıtsızlık Şenliği sergisi kavramsal çerçevesine yanıtımdır:
“Olana bitene, yaşayana ölene, yaşatana öldürene karşı verilebilecek en iyi yanıtlardan biri bence sevgiyle, tutkuyla, aşkla yaşamak ve yaşatmak. Asla kayıtsız kalmamak gereken, yaptığı her şeyi, baktığı her yeri, kendine ilham veren her insanı ve canlıyı tutkuyla sevmek, ondan öğrenmek ve böyle bir hayatı çoğaltmak, zenginleştirmek.
Kötülüğe, bayağılığa, bağnazlığa ve diğerlerine karşı gösterilebilecek en güzel kayıtsızlık örneği onu yok sayarcasına iyiyi yüceltmek; çünkü iyilik iyiliği besler. Aslında tüm sanat dalları, edebiyatından mimarisine dünyayı değiştirir ve kayıtsızlık bayrağını açanlar için başvurulacak rehberdir. Doğa ve insana ilham veren insanlar da tüm kusurlarıyla, ve hatta en çok da kusurlarıyla bu rehberde yerlerini alır.”
Kayıtsızlık Şenliği - Festival of Insignificance / 10.03 – 14.04 2019 / halka sanat projesi / İstanbul
Küratörler - Curators: Bahar Güneş – Öykü Demirci
NOTES FROM THE STREAM OF THOUGHT
Prologue: Speed of technology, speed of life
Slide projector was an important invention for those who have lived the last quarter of the twentieth century. In steadier times that do not resemble to our day in which everything gets to be almost indefinitely fast and varied, it used to be the technology of the era designed to illustrate moments caught by a personal camera in the privacy of one’s personal space. It is an opto-mechanical product yet indirectly it contains an emotion by momentarily remaking remembrance, longing, protection, revival and reunion with anyone or place lost possible, and by sharing them with others. In that sense it is like a magic time machine, one of many human inventions that increase meanings in several possible ways; a time traveller, not deeply touched by the texture of technology which gradually gets colder and colder.
The working system and speed of this machine match the speed and depth of feelings as well as they do to the speed of its own time. Basically transparencies of photos taken with an analogue camera are mounted in sturdy frames upside down in a slot and projected onto a wall or a curtain through a light source and lenses. The slot moves forward thanks to a remote control. Users determine their own speed. This means they move in their own time. Being a user is more than being a viewer. It requires active participation, being a part of the process. In contrast with everything that requires less and less human contribution, it proposes a more democratic and collective relationship both between the human and the machine, and between the presenter and the audience. It allows enough time to stop and chat, freeze a moment on screen and think, imagine and flow in the depth of the mind to recapture things between two sides. Time length is determined by the user. The speed of the emotion, the flow of thought and the mood of the user determine the length of the experience. Today it is a nice toy as it was in its own era to keep hope, the positive and the good alive in the corners of the world when hardship, confusion, absence and evil wander around.
Decomposing a poem into pieces and putting in a machine
To decompose a text and put it into a machine is a decision, a difficult one for the writer. One hopes that the reader relates with every sentence, idea, catches an emotion and finds its counterpart in themselves while reading them. That is why words are important. Words are used very much and worn off, therefore they are carefully chosen.
What means to break into pieces in this context is to interrupt the flow by inserting images in between. And it is a tricky path to do, because it may cause the meaning and the emotion that creates it to fall on a secondary position. This action undoubtedly carries the intension to diversify the expression. Meanwhile, it has a risk to narrow down the meaning – the intended meaning at least- disperse or lose it for good. But, it also harbours a hope to open the emotion that creates a text up to new possibilities and to create a new narrative so much so that if the writer cares to nourish it, the hints of a new story may come forward, and this time it is a visual one.
Moving forward with somebody else’s choices
In a miniature painting images are used to illustrate texts. That is why their connection with the book or the text is strong, yet it is descriptive and complementary. Today, image is usually noticed before text. In an era of the visual culture reading and writing are highly demanding deeds. On the other hand eye catches the image quickly and consumes it very fast.
Obviously this does not show the shallowness of the image, what is important is the education of the eye that looks. To understand and interpret what is seen is not a momentarily action, however one must accept that the image is open to artificial consumption.
Text demands time; it needs to stop, think, imagine. It defines what it does not show; it creates spaces that can be different in the readers’ minds. Therefore, characters or places in a movie based on a novel cause disappointment from time to time because their realizations are different in everyone’s mind. People are not satisfied with what they are shown, possibilities are endless.
Having said that, using image and device in a text based work moves it a step forward and yet it brings a restriction to the audience who are now next to the images chosen for them. Here, the fact that the visuals are not created by the hand of the writer spreads seeds for new encounters.
Epilogue
“Let’s make a mind book, let’s not forget what to keep in mind” uses an original poem’s text with found transparent photos in a mechanical slide projector. The identity and the number of the photographers are unknown, as well as the technical and aesthetic knowledge they have. The intension of taking these photos is also unclear.
This photographic selection does not pursue the perfection or tries to glorify an aesthetic perspective. Instead, it aims to achieve something valuable for today: To open up a meeting with coincidences. That is why images are not polished; the stains or the possible misplacement of the slides in their boxes are not corrected. Lines are in various lengths and sizes. It leaves room to human hand, error and chance. Images and words coming from respectively different contexts are brought together to make part of a previously untold story.
Unknown hands in an unknown time and place come together years later with an original poem and an old machine to be a part of a mind book without being descriptive or illustrative. The book is not merely made of the poem or images or the machine in their own rights, but they are reshaped to meet with the breath and rhythm of the viewer who holds the remote control. In this way, they are parts of a mind book which is open to new propositions to become a narrative unbounded of time.
Festival of Insignificance / 10 March – 14 April 2019 / halka sanat projesi / İstanbul
Curators: Bahar Güneş – Öykü Demirci
Toprağın Şarkısına Prelüd / Prelude to the Chant of the Earth
Contemporary Istanbul 2018, Metin Sanatı / Text Art, halka sanat projesi
LOTUS YİYENLERİN ÜLKESİNDE
Homeros, ünlü destanı Odysseus’ta, Truva Savaşı’nın ardından evine dönmeye çalışan Odysseus’un, gemisiyle yaptığı on yıllık yolculuğa ve başından geçen maceralara yer verir. Odysseus ve tayfası, bilmedikleri denizlerde bin bir canavarla savaşır ve hayatta kalmaya çalışırlar. Öykünün bir yerinde kuzey rüzgarlarının şiddeti onları rotalarından çıkardığında, efsanevi haritalara göre İtalya’nın güney açıklarında bulunan Lotus-yiyenler Adası’na sürüklenirler. Ada sakinleri gizemli lotus bitkisinin meyvesinden yiyerek, mutlu bir kayıtsızlığa teslim olan, böylece tüm yaşamsal kaygılarını unutan bir kabiledir. Odysseus bu sahte huzura kapılmamak için adamlarını gemiye zorla bindirir ve hepsini küreklere bağlar ki, bu kör, tasasız adadan sağ çıkıp yurtlarına dönebilsinler.
Oysa, yaşadığımız çağda, “geri dönebileceğimiz bir toprak parçası, kendimizi ait hissettiğimiz bir yer bir kalmadığı gün ne olacak?” sorusu gittikçe artan bir şiddette iliklerimize siniyor. Her çağda çatışmalar çıkaran, herşeyi parçalayan, el koyan, zehirleyen insanın karanlık tarafı etrafımızı sarıyor ve her yeri lotus yiyenlerin ülkesine dönüştürmeye çalışıyor. Hep söylenilen biçimiyle “çember daralıyor” ve yine de birileri yaşama, kendi dillerince sahip çıkıyorlar.
Anlatılan öykülere hergün bir yenisi ekleniyor. İlahi gazapların ötesinde, yaşamı var eden de yok eden de insan oluyor. Kendini her zaman en zor durumlara sokan, bazen kurtulan, bazen yıkılıp giden insanlık, hem silah hem ilaç olan doğasını, saflığı, acizliği ve gücüyle içinde taşıyor. Bütün uygarlık tarihi, mitoloji, edebiyat ve tüm sanatlar aslında, bu öyküleri anlatıyor, kaşıyor, kazıp çıkarıyor, yenilerini yazıyor.
Bu sergide biz size aynı nüve etrafında yeni bir anlam bulan farklı öyküler sunuyoruz. Burada bir araya gelen on sanatçı adeta, kendisini lotus yiyenlerin ülkesinde bulan Odysseus’un çabasıyla, umulanla umulmayanı, unutulmaya yüz tutanla unutturulmaya çalışılanı algıları, yetkinlikleri ve dönüştürme becerileri ölçüsünde izleyiciye sunmak için bir araya geliyorlar.
Fırçadan, kalıptan, kameradan ya da biriktirilen nesnelerden geçerek ortaya çıkan işler lotus yiyenlerin sarhoşluğuna ve boşvermişliğine karşı duruyorlar. Resimden yerleştirmeye, heykelden fotoğraf ve videoya varan farklı mecralar aracılığıyla kendi öykülerini anlatıyorlar. Bir şiire sarılanla bir toprağa sarılan, bir adaletsizliği yüze vuranla yaşadığı çevrenin bıraktığı izlere ayna tutanlar, umudu, Lotus Yiyenlerin Ülkesinde beraber ve ayrı ayrı umulmadık topraklara taşıyor. Çünkü herşeye rağmen insani bir güçle yaşamak ve olmazsa olmaz bir umuda sarılmak hala kendine yer bulmaya çalışan arsız bir çiçek gibi çevremizde bitiyor.
İpek Çankaya, Ekim 2016
ON THE LAND OF THE LOTUS-EATERS
Homer, in his epic tale Odysseus narrates the adventures of Odysseus who, after the end of the Trojan War, struggles for ten years to return home. Odysseus and his men fight with a million monsters in open seas and try to survive. When the harsh North wind had driven them from their course they had found themselves in the shores of the island of the lotus-eaters which was situated in the southern offshores of Italy in the mythical maps.
Free from all earthly occupations and concerns, the islanders were a tribe who gave in to a blissful forgetfulness and apathy by eating up the fruit of the mysterious lotus plant. To elude this false serenity and continue their journey back home, Odysseus had to drag his men back to the ships and tie them up beneath the rowing benches.
Meanwhile, in our times we feel more deeply the anxiety of the possible loss of a homeland that we can return to if desired, or the lack of a place on earth where we feel ourselves at home. As it always happens in human history there is the human dark side of man, who provokes all sorts of clashes, discriminations and miseries, intoxicates the world and tries to transform it at the end into the land of the lotus-eaters. As usually said in Turkish “the circle around us is narrowing” and yet some people claim life on their own terms and in their own intimate language.
Every day a new story is added to what has already been told. Beyond a divine wrath, humans become the ones that usually destroy life or make it happen. They put themselves in the most difficult positions, sometimes they survive, in some other cases they are ruined. Their nature works both as a weapon and a cure, inhabits naivety, incapability and strength all together in itself. In fact, the history of civilization, mythology, literature and the arts tell about these stories; they scratch, excavate, bring forward and write new ones.
Almost with Odysseus’ effort who has found himself in the land of the lotus-eaters, we present you in this exhibition different stories finding a new meaning around the same nucleus. Nine artists are gathered together to hold on to life, unveil the hope of the unexpected and what is prone to eventually disappear or externally forced to vanish, in the extent of their perceptions, knowledge and ability.
Works created through a brush, a mold, a camera or accumulated objects are standing against the drunkness and the relactance of the lotus-eaters. Paintings, installations, sculptures, photographs and video works, all tell their own stories. Those who are embracing a poem or a soil, exposing the unfair or holding a mirror to what is happening to us, are carrying the hope to the unexpected grounds, all together and individually. Because against all odds, living with a humanly force and holding on to a hope is still blooming like a cheeky flower around us.
İpek Çankaya, October 2016
UYKUSUZLAR ATLASI
Uykuya dalmak ve uykudan uyanmak... 24 saatlik yaşam döngüsünün iki ucunu temsil eden bu iki hal, soyut düşünüldüğünde geceyle gündüz, siyahla beyaz, başlangıçla bitiş, bitişle başlangıç, kaçışla başkaldırı, yokoluşla diriliş gibi ikili karşıtlıklara, karışık dünyevi ilişkilere ve insani durumlara gönderme yapar. Düz anlamı dışında uykunun metaforik boyutu, bugün ve burada üzerinde durup düşünülmesi gereken kavramlardan birini oluşturuyor. Uykusuzlar Atlası uykuyu bu boyutuyla ele alıyor.
Uykunun binbir çeşidi var: Derin uyku, tavşan uykusu, kolektif uyku ya da hiç gözünü kapayamama hali. Uykusuzluk çekmek, bazen karşı konamayan düşüncelerin, istemli bir bilinç yitimine ve bir rahatlamaya izin vermeyecek biçimde zihne üşüşmesi, hatta kişiyi kuşatmasının sonucu olabilir.
Atlas kelimesinin Türk Dil Kurumu sözlüğünde bir kaç anlamı var. İlki bugün çoklukla akıllara ilk anda akla gelmese de, yüzü parlak, sık dokunmuş bir tür ipekli kumaş yani saten olarak atlas.
Anatomide boyun omurlarının üstten birincisinin adı atlas kemiği, çağrışımı uygarlık tarihinden. Dünyayı ellerinde, başının üzerinde taşıyan mitolojik Yunan Tanrısı Atlas gibi, kafatasını boynun üzerinde taşıdığı için.
Ama atlas deyince Türkiye’de çoğu kişinin aklına, ilk kez ilkokul yıllarında önüne aldığı, coğrafya ya da tarih atlası gelir kuşkusuz. O yüzden, kelimenin “dünyanın, bir ülkenin, bir bölgenin fiziksel ve siyasal coğrafyası ile ekonomi, tarih ve benzeri konularda toplu bilgi vermek için bir araya getirilmiş coğrafya haritaları derlemesi” biçimindeki tanımı bunu karşılıyor.
Sözlüklerde atlas için kısaca “bir konuyu açıklamak için hazırlanmış resim veya levhalardan oluşmuş kitap” tanımı da yapılmış. Bu yüzden kavramın çizimle, tasarımla ve kurguyla ilişkilendirilebilen bir özü var.
Atlaslarda dünya tarihini gördük, değişen sınırları, yıkılan ve kurulan devletleri. Her politik karar ya da değişiklik atlaslarımızda yeni basım demekti. Ülkeler dağılırsa yeni atlas, ülkenin, kentlerin adı değişir ya da yerel ölçekte ilçeler il olursa yeni atlas.
Bir de Türkiye haritasını hep dümdüz gördük önümüzde, ne zaman ki dünyayı bütünlüklü bir kürede gördük, şaşırdık. Bu dönen kürelerde ülkelerin hiç de kitap sayfası gibi serilmediğini, kiminin aslında biraz başaşağı durduğunu bile fark ettik. Türkiye’ye baktığımızda batısından hafif yukarıda, güneydoğusu bayağı aşağıda göründü gözümüze ilk kez. Belki bazılarımız dışardan bakmayı öğrendi yavaş yavaş, daha büyük resmi incelemeyi. Dünyanın bize göre çizilmediğini, kendimizi kendi algımızdaki gibi düz tutmanın ancak dünyaya yamuk bakmakla olanaklı olabildiğini.
Öte yandan ne dereler kuruduğunda yeni atlas kondu önümüze, ne de pancar, pirinç, buğday üretemez ithal eder hale geldiğimizde “ülkemizde nerede, ne üretilir”i gösteren yeni bir ekonomi atlası. Bazı atlasları çizmek bazılarımıza çok çekici gelmedi besbelli.
Uykusuzlar Atlası, ortaya attığı tüm bu açık noktalardan hareketle başka bir atlasın çizilmesinin yollarını araştırıyor. Sergi, bireysel görüşlerden, deneyimlerden ya da öğrenilmişliklerden yola çıkarak, bütününde bir atlas titizliğinde ve çeşitliliğinde bir içerik geliştirmeyi hedefliyor. Uykusuzlar Atlası aklı bazı sorularla ve arayışlarla dolu olan, bu yüzden de uykulara direnen bazı uykusuzları bir araya getiren bir grup sergisi.
Bu iki kavramdan yola çıkan Uykusuzlar Atlası, aklı sorularla ve arayışlarla dolu olan, bu yüzden uykulara direnen bazı uykusuzları buluşturan bir grup sergisidir. Zihinlerde yeni karşılaşmaları olanaklı kılmayı ve onlara yer açmayı vaad eder.
Bizi en çok ne uyutuyor ya da uykularımızdan ediyor? Çok mu uyuduk şimdiye kadar hayatımızda, yoksa bir şeyleri hep kaçırıyoruz telaşıyla kaçtık mı uykulardan? Uykunun görünmez kıldıkları var mı?
Uykusuzlar Atlası’nın araştırdığı biraz da uykularda geçen zamanın ve uyuyamama halinin insanı başka duygu durumlarından, başka buluşmalardan, başka ruhsal ve zihinsel arayışlardan alıkoyup koymadığı ve uykusuzların hangi uğraşlara dalıp uykulara direndikleri. Bu araştırmalar izleyiciye video, resim, yerleştirme, heykel ve fotoğraf gibi araçlarla aktarılmakta.
Tarihin bu noktasında ve bu coğrafyada duyumsanıp hissedilenlere, zihne takılıp düşündürenlere yer veren; tarihsel, siyasal, coğrafi ve bireysel meselelere dair sorular sorup yanıtlar arayan Uykusuzlar Atlası, bu yönüyle, bütününde titizlikle hazırlanmış bir atlas haline dönüşüyor.
Metafor olarak uyku, yaşadığımız tarihte ve coğrafyada üzerinde durup, düşünülmesi gereken kavramlardan birisi. Sergi kavramsal irdeleme açısından iki boyuta olanak veriyor: Birinci katmanda bireysel üretimler uyku metaforu üzerinden ilerlerken, buna ek olarak, ortaya çıkan yapıtların bir aradalığı, tema etrafında çeşitlenen ve katmanlanan bir atlası gözler önüne sermeyi hedefliyor.
İpek Çankaya, Aralık 2015
THE ATLAS OF THE SLEEPLESS
Falling asleep and waking up... These two conditions which represent the two ends of a 24 hour life cycle may refer to some binary oppositions such as day and night, black and white, the beginning and the end, the end and the beginning, escape and revolt, vanishing and resurrection. They may also refer to complicated worldly relations and some humanly conditions. The metaphoric dimension of the sleep, rather than its preliminary meaning, constitutes one of the concepts to make us stop and think at this moment and place today.
There are several types of sleep: Deep sleep, rabbit sleep, collective sleep or the state of being totally incapable of closing your eyes. Sleeping disorder may be the results of unresistable thoughts surrendering a person so much so that it leaves no room for comfort, disabling a desired loss of consciousness.
The word atlas has a few meanings in the dictionary of Turkish Language Institution. Firstly, although not coming to the mind immediatly, it is a sort of a silky fabric, shiny on the surface, firmly woven, known also as satin.
In anatomy, the topmost vertebra of the backbone, articulating with the occipital bone of the skull is called atlas vertebra, its connotation is from the history of humanities. It’s because it carries the skull on top of the neck, as the mithological Greek Titan Atlas did the heveans in his hands, upon his head.
But when we say atlas, most people in Turkey remember an atlas of history or geography initially seen in their early childhood among their primary school materials. Therefore, the definition of the word as “the collection of geographical maps prepared to give an assembled information on the phisical and political geography of a country, a region or on history or on other subjects” corresponds to it.
Besides, in the dictionarries an atlas is also defined as “a book prepared with images or panels to explain a topic”. For that reason, the concept is also relational to drawing, design and to narrative.
In the atlases we have seen the world history, changing borders, the states collapsed and founded. Each new political decision or change meant a new edition for our atlases. A new atlas if states desintegrate; another one if the names of the country or the city changes or when the villages are declared as a new city.
We have also seen the map of Turkey in front of us always straight and flat. Whenever we have taken a look for the first time to the globe as a sphere, we get surprised. It looked for the first time, slightly up a bit from its Western part and quite down from its South Eartern part. Maybe some of us have begun to look at ourselves from outside, to study the bigger picture, that the world is not drawn according to our perceptions and that it is only possible to see ourselves straight is by looking at the world awry.
We are not introduced with a new atlas of economy though, when the rivers dried, or with the one that shows “what is grown in our country and where”, when we cannot any longer produce but import beet, rice, or wheat. Clearly it was not very appealing to some of us to design some kinds of atlases.
The Atlas of the Sleepless is an exhibition project initiated from a search to design another kind of atlas, based on these nods it throws forward. It starts off from individual ideas, experiences or what has been learnt so far, aiming to develop a content with the meticulousness and the diversity of an atlas. It is a group show that brings together some sleepless whose minds are full of questions or quests and therefore who resist to sleep.
Why the sleepless?
In our times and geography sleep as a metaphor is one of the concepts that requires a deep thinking about. There are sorts of sleep: Deep sleep, collective sleep, “rabbit sleep” which is an idiom in Turkish used to express the lightest and the restless form of sleeping, or the state of not being able to blink. Establishing these associations, the exhibition searches for diverse answers to various questions: What puts us asleep or deprives us from sleeping? Have we overslept our entire life until now? Or have we escaped from it with a rush of feeling missed everything? Does sleeping make things invisible?
The exhibition investigates if and how the time that passes with or without sleeping does ever prevent people from further psychological or mental searches for new states of being and new meetings; or what kind of engagements do the sleepless are involved with to resist sleeping. To interpret these questions various tools of expression such as video, painting, installation, sculpture and photography is being used in the exhibition.
The exhibition concept gives occasion to two dimensions in itself: Firstly, the individual productions move along the metaphor of sleep, and additionally the coming together of the individual creations aims to visualize an atlas that is layered and shaped around the theme. Another investigation for the artists may be to bring layers into a single work and to realize it thanks to the possibilities of the medium or the material used.
İpek Çankaya, December 2015
GÜNCEL NADİRE KABİNESİ: Toplama, Saklama ve Sergileme Üzerine Etnografik Bir Deneme
Nadire kabinesi (cabinet de curiosité ya da wunderkammer) Aydınlanma Dönemi öncesi Avrupa’da, özel koleksiyon oluşturma ve bunu bireysel estetikle sergileme fikrini yaşama geçiren ilk serbest düzenleme mekanı olarak bilinir. Modern müzenin atası sayılan nadire kabineleri, koleksiyonerin zevki ve öznel sınıflandırma biçimi doğrultusunda her türlü nesnenin biriktirilip yan yana konabildiği ve bu yolla izleyende tuhaf bir duygu yaratan, kendine özgü bir estetik çekiciliğe sahiptir. Nadire kabineleri, doğanın harikalarından (naturalia) yapay nesne ve sanat ürünlerine (artificalia), zamanı ve mekanı kaybetmeye yarayan bilimsel aletlerden (scientifica), hareketli ve sesli heykelciklere (automata), uzak toprakları hatırlatan parçalardan (exotica), doğanın türlü tuhaflıklarına ve ucubelerine (mirablia) ve kabinelerin görsel dünyasını pekiştiren ve koleksiyonların aklı, fikri ve içinde taşıdığı hayali anlatan yazılı malzemeler, metinler, haritalar, kataloglar ve kitaplara (bibliotheca) uzanırdı.
“Güncel Nadire Kabinesi” geçmişin bu esiniyle yola çıkıp, bugünün sanatçılarının bu kavramlar etrafında gruplanabilecek güncel üretimlerini sergiliyor. Serginin alt başlığının “Toplama, Saklama ve Sergileme Üzerine Etnografik Bir Deneme” olmasının bir nedeni var. Etnografik araştırmaya çoğunlukla kültürel antropologlar başvuruyor. Orijinal haliyle, ya etnik araştırmalarda, ya da belli bir coğrafi yeri araştırırken tercih edilen, gündelik süreçlere müdahale etmeden, gözleme dayalı olarak kültürün incelendiği ve belgelendiği yöntem. Buna karşın günümüzde herhangi bir topluluğun ya da grubun kendine özgü bir kültürü olduğu varsayımından yola çıkışla söz konusu grubun incelenmesini de kapsıyor.
Buradan hareketle bu seçkide yaptığımız halka sanat projesi’yle çalışmakta olan sanatçıların nadire kabinesi konseptiyle ilişkilendirilebilecek işlerini, yaratım süreçlerine müdahale etmeden, bir potada buluşturup bir arada sergilemek. İşlerin birbirleriyle konuşuyor olması iki nedene bağlanabilir: Birincisi, kimi sanatçının işini kavramsal çerçeveye yanıt olarak üretmesi, ikincisi ise halka’nın çevresini oluşturan sanatçıların bağımsız üretimlerinin, alttan alta, zorlamasız olarak işleyen ve ortak paydaşlıklarda buluşulmasını sağlayan, geniş bir grubun bağımsız halkaları olarak da görülebilecek duygudaşlığının bir sonucu olması.
Bu yüzden serginin içeriğini, bir sanat inisiyatifi olarak halka sanat projesi’nin üzerinde durduğu bazı meselelerin ve ruh hallerinin bir yansıması olarak okumak mümkün. İşlerin çoğunun insana, insan psikolojisine ve insan-doğa-sanat ilişkisine dair irdelemeler ve sorular akla getirmesi ve bunların nadire kabinelerinin de biriktirdiği nesnelerle ya da bir hayali koleksiyonerin bizzat kendisiyle somutlaşıyor olması bu koleksiyoner kimliğine ve kabine koleksiyonlarına bir gönderme niteliğindedir. Sergide yer alan farklı işlerin birbirleriyle farklı katmanlarda buluşması aralarında zorlamasızca gelişen bütünlüğün organikliğine işaret eder. Yine bu çerçevede, günümüzün yerleşik sergileme estetiği tercih edilmiyor. Bunun yerine kabinelerin ruhunu yansıtan bir aradalık, özel alanda sergilemeye gönderme, sıkışıklık ve karışık yerleştirmeler özellikle yeğleniyor.
Güncel bir kabinenin parçaları olarak sunulan sanatçı işlerinin her biri, nadire kabinesi sahibi olan hayali bir koleksiyoneri temsil edebilecek ve onun tarafından bir araya getirilebilecek işler olarak kurgulandı. Bu yönüyle sergi bir sanat fuarı içinde yer almasına karşın kavramsal bütünlüğü olan bir kurguya işaret ediyor. Nazlı Çetiner bu hayali koleksiyonerin gezi kıyafetini tasarladı; kabinesi için dünyanın uzak köşelerinden, naturalia’dan exotica’ya, ve belki nicelerine yayılan, en nadide parçaları toplamaya kararlı bir gezgin yarattı. Sadık Arı mürekkeple Vanitas resimlerine göndermeler taşıdığı düşünebilecek çizimleri yaptı; adeta geçmişe ait bir dünyayı haritalandırdı, koleksiyonerin sanat arşivine ekledi. Doğu Çankaya’nın hayvan heykelleri, aklın aydınlanmasından günümüze, insan-doğa diyalektiğinde doğanın maruz bırakıldığı muameleyi, sanatçının bir toplayıcının sahiplenme içgüdüsüyle yaptığı her bir canlıyı, kendi dünyasında dondururcasına bir koruma çemberinden geçirmesiyle kabinedeki yerine yerleştirdi. Bu tavırla artificalia ile naturalia’yı tek potada buluşturdu. Kayde Anobile’nin üzeri balmumu akıtma manzara tablosu yeri ve zamanı bilinmeyen tekinsiz bir dünyanın kapılarını aralarken, Dilek Gökçen Açay, insanın modernite sonrası çatışmalarını ve keşif nesnesine dönüşümünü adeta o dönemden kalma bir sunum tekniğiyle çözümledi. Zoe Scoglio insan ve hayvan arasında yarattığı ürkücüsü bütünlükle kabinelerin mirablia bölümünde referans olabilecek bir video ile sergiye dahil olurken, İpek Çankaya’nın halka sanat projesi’nin ilk üç yılını, ruhunu, hayallerini ve gerçeklerini anlattığı kitabı kabinenin bibliotheca bölümünün raflarında yerini aldı. İskender Giray mekanik ışıklı yerleştirmesiyle adeta kabinelerin automata bölümüne günümüzden bir yapıt kattı ve serginin temasını ve çözümlenişini derinleştiren bir katman eklemiş oldu. Şinasi Göktürkler’in ikizlenmiş hayvan figürleri ve yarı gizli görselleri psikolojik çözümleme testlerini çağrıştırırken, bir yandan da barındırdıkları siluetlerle bireysel algılarımızı güvenilmez hale getirdi. Sezgi Abalı’ın fotoğrafları ise Rodin’in Düşünen Adam’ına yeni bir bakış katan ve düşünen kadının, tarihin her döneminde, kendisini içinde bulduğu zorlayıcı durumların resmini çekti. Serinin ana parçası olan iş, sanat tarihinin katmanlarına, üstatlarına, aile büyüklerine ve kadınsal çıkmazlara saygı niteliğinde.
İpek Çankaya, İstanbul, Eylül 2014
CONTEMPORARY CABINET OF CURIOSITY: An Ethnographic Essay on Collecting, Preserving and Exhibiting
Cabinet of curiosty (cabinet de curiosité or wunderkammer) is known as the first space of arrangement that realizes the idea of making a private collection and exhibiting it with an individual aesthetic, in pre-Enlghtenment era. Considered as the forefather of the modern museum, the cabinet of curiosity possesses a certain aesthetic attraction shaped according to the taste and personal classification of the collector, gathering and placing all sorts of objects together. Cabinets may consist of a variety of items depending from the wonders of nature (naturalia) to artificial objects and art pieces (artificalia), from the scientific tools for recording time and space (scientifica) to the moving and sound making sculptures (automata), from the pieces that remind distant lands (exotica), to nature’s all kinds of oddities and monsters (mirablia), and to written materials, texts, maps, catalogues and books that reinforce the visual world of the cabinets and convey the mind, thought and imagination they carry within (bibliotheca).
“Contemporary Cabinet of Curiosity” initiating from this inspiration of the past, exhibits the contemporary productions of today’s artists that can be grouped around these concepts. There is a reason why the sub-title of the exhibition is “An Ethnogaphic Essay on Collecting, Preserving and Exhibiting”. Mostly cultural anthropologists turn to the ethnographic research. Originally, it is a method based on observation, in which culture is observed and documented, without intervening the daily processes, preferred in either ethnic studies or in researching a specific geographic area. Nevertheless, based on the contemporary conception that any community or group has a peculiar culture, it also encompasses the research of the group in question.
Taking it from there, what we do in this selection is to exhibit together the works that can be associated with the concept of the cabinet of curiosty by the artists working with halka art project, without intervening their creation processes. The fact that the pieces speak to each other may have two reasons: Firstly, some artists have produced their work as a response to the conceptual framework; secondly, the indivudual creations of the artists forming a part of halka’s entourage that can be seen as a result of similar sensibilities meeting in common grounds and as working inadvertently under the surface, as the independent circles of a larger chain or group.
This is why it is possible to read the content of the exhibition as a reflection of some questions and discourse that halka art project, as an art initiative reflects upon. A majority of the works has connections with humans, nature and art and their intricate relations. Also, each in its own way can be linked to the identity of an imaginary collector and his personal cabinet of curiosity. The meeting of the different works with each other on diverse levels points to the inadvertent unity that has arosen organically among them.
Again in this context, today’s established aesthetic of exhibition is not preferred. Instead, a squeezed and mixed mounting technic, reflecting the soul of the cabinets and referring to exhibiting in the private space, is deliberately chosen.
Works that are assembled as pieces of a contemporary cabinet are likely to represent a fictional collector who owns a cabinet and also to be pieced together by him. Nazlı Çetiner has designed the journey outfit of this imaginary collector; she has created a traveller determined to select the rarest pieces for his cabinet, ranging from naturalia to exotica and maybe others, from the distant parts of the world. Sadık Arı has made drawings with ink that carry references to Vanitas pantings; he has mapped a world belonging almost to the past and has added it to the collector’s archeive. Doğu Çankaya’s animal sculptures has found their place in the room with the instinct of a collector who has frozen the treatment implemented on nature, in human-nature relations since the enlightenment of the mind, in a preserving circle in their own worlds. With this attitude he melted artificalia and naturalia in the same pot. While Kayde Anobile’s vaxed landspace painting opens slightly the doors of an uncanny world in which time and space remains a chilling mystery, Dilek Gökçen Açay has compounded man’s Post-modernity conflicts and his becoming an object of scientific discovery with an exhibiting technic almost reminding of the era in question. As Zoe Scoglio is involved in the exhibition with a video piece that can be referred to the mirablia section of the cabinet by its eerie unity between man and animal, İpek Çankaya’s book narrating the soul, dreams and reality of halka art project took its place in the shelves of the bibliotheca section of the cabinet.. İskender Giray contributed a piece to the automata section of the cabinet with his contemporary mechanic installation and highly contributed to the deepening of the exhibition concept and added another level in its analysis. Şinasi Göktürkler’s doubled figures of animals and half hidden visuals, while reminding psychological analysis tests, make our individual perceptions unreliable with the shades they contain. Sezgi Abalı's photographs pictures a thinking woman who has twisted Rodin’s Thinking Man towards a new perspective and reflects upon the challenging contexts that the Thinking Woman finds herself in any epoch of history. The main piece of the series in this exhibition, is an homage to the layers and masters of art history, family elders and feminine dilemmas.
İpek Çankaya, Istanbul, September, 2014